Bazen biriyle tanışırsın ve daha ilk dakikada dersin ki: “Bu adam sinir küpü ama hiç belli etmiyor.”
Ya da biri vardır, öyle yırtıcı, öyle keskin zekâlıdır ki, onunla tartışmak yerine fikirlerini sahneye taşımasını dilersin.
Kimimiz bir darbeyi tuvale döker, kimimiz kaybını bir derneğe dönüştürür, kimimiz içindeki öfkeyi satırlara gömer.
İşte tam burada zihnin büyülü bir hamlesi devreye girer: yüceltme ya da psikolojideki adıyla sublimasyon.
Savunma mekanizmaları arasında en “olgun” olanıdır yüceltme. Çünkü inkâr etmez, bastırmaz, yansıtmaz ya da çarpıtmaz. Dürtüyü alır, dönüştürür. Ham enerjiyi işler. En kaba hâliyle gelebilecek dürtüyü, sosyal olarak kabul edilebilir, hatta çoğu zaman övgüye değer bir şeye çevirir.
Freud’un teorisine göre her bireyin içinde başta saldırganlık ve cinsellik olmak üzere, “kabul edilmesi zor” bazı dürtüler dolaşır. Toplumun kuralları, ahlaki sınırlar ve süperego bu dürtülerin doğrudan eyleme dökülmesine izin vermez. Ama dürtü de bir enerji formudur; yok olmaz. Bir yere gitmek zorundadır. İşte yüceltme bu enerjinin “sosyal açıdan alkışlanabilir” bir çıkış yoludur.
Bir örnek verelim:
Yüksek saldırganlık dürtülerine sahip biri, bu dürtüsünü dövüş sporlarına yönlendirir. Kavga etmek yerine ringe çıkar.
Ya da kontrol edemediği yoğun cinselliğini sanatla işler; heykellere, edebiyata, tiyatroya aktarır.
Çocukluğunda travmalar yaşamış bir birey, kendi acısını unutmak için değil, anlamlandırmak için psikolojik danışman olur.
Dikkat ederseniz bu örneklerde kişi, dürtüyü yok saymıyor; ona yeni bir yön veriyor. Bir anlam kazandırıyor. Yıkıcı potansiyel yapıcıya evriliyor. Ve bu durum, sadece toplum için değil, kişi için de şifa kaynağı olabiliyor.
Ama burada ince bir çizgi var: Yüceltme, bastırmanın makyajlı hâli değildir. Yani bir dürtüyü yalnızca saklayıp onun yerine başka bir davranış koymak yüceltme sayılmaz. Gerçek yüceltme, dönüşüm içerir. Enerji, içeride bastırılmak yerine dışarıya, kabul gören bir biçimde aktarılır.
Bir düşün: En çok hangi anlarda yazmak istersin? Ya da ne zaman resim yapmak gelir içinden? Kimi zaman öfkelendiğinde, kimi zaman kaybettiğinde… Kimi zaman bir şeyleri anlatamadığında.
İşte o anlarda zihnin, içindeki yükü estetikle, yaratıcılıkla, üretimle dönüştürmeye çalışır. Buna yüceltme deriz.
Yüceltme yalnızca sanata özgü değildir elbette. Bilim, politika, liderlik, sosyal hizmet… Hepsi, iç dünyadaki çelişkilerin anlamlı bir forma bürünmesiyle güçlenir. Çoğu aktivistin, çoğu öncü düşünürün, çoğu yaratıcı insanın hikâyesinin arkasında büyük bir iç çatışma, büyük bir bastırılmışlık, büyük bir arayış vardır.
Ama bu çatışmayı bastırmak yerine dönüştürmeyi seçmişlerdir.
İşte onları “ilham verici” yapan da budur.
Yüceltme bazen bilinçli, çoğu zaman bilinçdışıdır. Yani kişi yaptığı şeyi “dürtüsel dönüşüm” olarak tanımlamaz. Ama sonunda hissettiği o tatmin, bir şeyin “yıkıcı olmaktan çıkıp anlamlı hâle gelmesi”ndendir.
Kimi zaman yazılan bir şiir, içe atılan bir çığlığın süslenmiş hâlidir.
Kimi zaman çekilen bir belgesel, dünyayı değiştirme arzusu kadar, kendi geçmişiyle hesaplaşmanın da bir parçasıdır.
Kimi zaman mizah, en ciddi travmanın taşıdığı en güvenli zırhtır.
Savunma mekanizmalarının çoğu kişiyi gerçeğin dışına çekerken, yüceltme, tam aksine kişiyi gerçekle yaratıcı bir bağ kurmaya davet eder. Hem içimizdeki canavarla yüzleşiriz hem de onu dizginleyip dans ettirmeyi öğreniriz.
Ve belki de bu yüzden yüceltme, sadece bir savunma değil, aynı zamanda bir büyüme mekanizmasıdır.