Freud’un ünlü üçlüsünün disiplinli, kuralcı, “yapma etme” diyen tarafıyla tanışın: Süperego.
Eğer İd, içimizdeki sınırsız istekler ve Ego, bu istekleri mantık süzgecinden geçiren arabulucu ise, Süperego tam anlamıyla içimizdeki ebeveyn gibidir.
Süperego, çocuklukta anne babadan, öğretmenlerden, toplumdan, kültürden öğrenilen ahlaki değerler, kurallar ve “doğru-yanlış” anlayışıyla oluşur. Yani başkaları bize neyin ayıp, neyin günah, neyin yanlış olduğunu söylerken, biz de bunları içselleştiririz. Sonra da yıllar geçer ama o ses hâlâ bizimledir: “Onu yapma. Bu yakışık almaz. Kendine gel.”
Freud’a göre Süperego, mükemmeliyetçi bir yapıya sahiptir. Bizi daha iyi, daha doğru, daha uyumlu olmaya zorlar. Ancak bazen ipin ucunu kaçırır ve bu beklentiler gerçekçi olmaktan çıkar. O noktada, Süperego artık sağlıklı bir vicdan olmaktan ziyade, içimizdeki bitmeyen eleştirmen olur.
Günlük hayattan bir örnek:
- İd diyor ki: “Şu pahalı çantayı hemen al!”
- Ego diyor ki: “Bütçeni aşmadan belki ileride alabilirsin.”
- Süperego ise: “Gerçekten buna ihtiyacın var mı? Bu para başkasına yardım için kullanılabilirdi…”
Süperego’nun iki yüzü vardır:
- Vicdan → Yanlış yaptığımızda suçluluk hissettirir.
- Ego ideali → Olmamız gereken “mükemmel” kişiyi gözümüzün önüne koyar.
Bu iki taraf da aslında bizi geliştirmek için vardır, ama aşırıya kaçarsa hayatı zorlaştırabilir. Çünkü sürekli “daha iyi olmalısın” baskısı, huzur yerine yetersizlik hissi yaratır.
Sonuç olarak Süperego, toplumsal uyumu sağlayan, ilişkileri düzenleyen, bizi sorumlu kılan yanımızdır. İyi ki vardır, çünkü o olmasa sadece İd’in peşinden gider, Ego’yu da yormaktan başka işe yaramazdık. Ama Süperego’yu fazla beslersek de hayat, hiç bitmeyen bir “kendini eleştirme maratonu”na dönüşebilir.