Freud’un ünlü kişilik üçlüsünün ortanca çocuğu: Ego.
İd’in bitmek bilmez “Hemen isterim!” çığlıklarıyla, Süperego’nun “Ama kurallar var!” sert bakışları arasında sıkışmış, diplomatik, ara bulucu bir karakter düşünün. İşte o, Ego’dur.
Ego, gerçeklik ilkesi ile çalışır. Yani hayatta kalabilmek ve ilişkilerimizi sürdürebilmek için hem içimizdeki dürtüleri hem de dış dünyanın kurallarını dikkate alır. İd gibi “Şimdi pastayı ye!” diye atlamaz; önce düşünür: “Şu an pasta yemek mantıklı mı? Biri görürse ayıp olur mu? Diyetteydim değil mi?” Kısacası Ego, İd’in gazını almak ve Süperego’yu tatmin etmek için sürekli strateji geliştiren bir “arabulucu” gibidir.
Freud’a göre Ego, kişiliğin yürütme organıdır. Dürtülerle gerçeklik arasında köprü kurar. Bu yüzden bazen İd’i oyalamak zorunda kalır, bazen Süperego’yu ikna etmeye çalışır. Bir anlamda sürekli toplantıda olan bir şirket yöneticisine benzer: İki tarafı da memnun etmeye çalışırken kendi stresinden ömrü kısalır.
Günlük hayattan örnekleyelim:
- Arkadaşınızın evinde nefis bir tatlı gördünüz. İd diyor ki: “Hepsini ye!”
- Süperego diyor ki: “Ayıp olur, kendini tut.”
- Ego ise devreye girer: “Bir dilim al, hem tatlıyı denemiş olursun hem de ayıp olmaz.”
Ego’nun işi kolay değil. Çünkü hem bilinçli hem bilinçdışı süreçlerde çalışır. Gerektiğinde savunma mekanizmalarını da devreye sokar (hani o “yadsıma”, “bastırma” falan dediğimiz taktikler var ya, işte onlar). Amaç, kişinin ruhsal bütünlüğünü korumak ve dış dünyaya uyum sağlamaktır.
Sonuç olarak Ego, kişiliğimizin mantıklı, planlı, “arayı bulan” kısmıdır. O olmasa İd’in dürtülerine teslim olurduk, Süperego’nun baskısıyla da ezilirdik. O yüzden Ego’ya biraz empati gösterelim; sonuçta hepimizdeki en çalışkan arabulucu odur.