Psikanalizin o meşhur üçlüsünden biri olan “İd”, Freud’un kafamızın içinde tanımladığı en ilkel parçadır. Hani bazen içinden “Şimdi şu toplantıyı bırakıp sahile gitsem, dondurma da yesem, sonra kimseye haber vermeden tatile çıksam” diye geçirirsin ya… İşte o sesin sahibi büyük ihtimalle İd.
İd, doğduğumuz andan itibaren bizimle olan, dürtülerimizi yöneten, mantıkla pek ilgisi olmayan, sabırsız ve doyumsuz bir yapı. Aç mısın? Hemen yemek ister. Uykun mu geldi? Anında uyumak ister. Sevdiğin biri mi var? Hemen sahip olmak ister. “İsterim!” diyen o çocuksu tarafımızdır o. Freud’a göre bir nevi haz ilkesiyle çalışır. Yani İd’in temel derdi haz almak, acıdan kaçmaktır.
Ahlaki değerleri, kuralları ya da başkalarının ne düşüneceğini pek umursamaz. Ona göre ayıp yok, yasak yok, etik yok. Bir nevi kafası rahat ama biraz da baş belası. Çünkü İd’i her durumda dinlesek, toplumla olan ilişkilerimiz epey karışırdı. Örneğin sinirlendiğin birine bağırmak yerine sessiz kalmayı tercih etmen, İd’in değil başka yapıların işidir (Ego ve Süperego’ya selam çakalım, onlara da geleceğiz zaten).
Psikanalitik kurama göre rüyalar, sürçmeler, dil hataları gibi “kazalar” da bazen İd’in oyunlarıdır. O bastırılan arzular öylece durmaz; bir şekilde kendini göstermenin yolunu bulur.
Sonuç olarak İd, hepimizin içinde var olan dürtüsel, bencil, coşkulu bir yan. Onu anlamak, kendimizi tanımak adına önemli. Ama kontrol altına alınmazsa da epey başımıza iş açabilir. Neyse ki yalnız değiliz: Onu dengeleyecek bir Ego ve Süperego var. Onlar da sırada.