Arkadaşınız size mesaj atmadı. Hemen: “Kesin bana kırıldı.”
İş yerinde proje iptal oldu. Aklınızda tek cümle: “Bunun sorumlusu kesin benim.”
Bir çocuk parkta ağlıyor. İç sesiniz: “Acaba ben mi üzdüm?”
Kişiselleştirme, kontrolümüz dışında gelişen olayları kendimizle ilişkilendirme, başımıza gelen her iyi ya da kötü durumun merkezinde kendimizi görme eğilimidir. Yani sanki dünyanın tüm olayları bizim etrafımızda dönüyormuş gibi hissetmek… Tabii bu, sağlıklı bir özgüven değil; daha çok “fazla sorumluluk yüklenme” hali.
Bu çarpıtmada, dış faktörler göz ardı edilir ve olayın tek nedeni olarak “ben” seçilir. Mesela;
- Patronunuz suratsız → “Kesin benim performansımdan memnun değil.” (Belki de sadece kahvaltısını atlamıştır.)
- Arkadaş grubunuz plan yapmış, sizi çağırmamış → “Beni istemiyorlar.” (Belki de o gün sizin müsait olmadığınızı düşündüler.)
- Yolda biri size ters baktı → “Bana tavır yaptı.” (Belki de gözleri kamaştı.)
Kişiselleştirme, ilişkilerde yanlış anlamalara ve gereksiz suçluluk duygusuna yol açabilir. Çünkü olayların merkezine sürekli kendimizi koymak, hem bizi hem de çevremizdekileri yorar.
Bilişsel davranışçı terapi, kişiselleştirmeyi azaltmak için “alternatif açıklama üretme” yöntemini önerir. Yani aklınıza “Bu benim yüzümden oldu” geldiğinde, “Peki başka hangi nedenler olabilir?” sorusunu sormak.
Sonuç olarak kişiselleştirme, zihnimizin olayların başrolüne bizi yerleştirdiği bir düşünce hatasıdır. Ama bazen figüran olmak da iyidir; hem sorumluluk daha az, hem stres.